+ Çok sıkıldım hocu ben, içimden hiç bir şey yapmak gelmiyor...
- Abi, dizi falan izle işte, biz de başka bir şey yapmıyoruz ki, gündüz çalış akşam dizi, ha Türkiye, ha orası aynı işte.
+ Haklısında hocu, sevmem ben pek dizi biliyorsun, Sitcom'lar baydı zaten...
- Abi ne biçim Ankara'lısın sen, "Behzat Ç" izle bak çok güzel o...
+ Hadi ya, duydum adını ama...
- Abi kırk küsur bölüm oldu, otur izle işte ilk bölümden...
+ Tamam bakayım olmadı.
Telefonu kapadıktan sonra, otelin aylardır üstünde yattığım ama bir türlü bana ait olmamış beyaz yatağına uzandım, iki kişilik yatağın sağ tarafı bana, sol tarafı ise, bugüne kadar kimse kalıcı olmadığından, Laptop'ıma aitti. Büyük Laptop'ları seviyordum, yatağın sol tarafını daha fazla dolduruyor, fanından çıkan sıcak hava ile, yatağı daha fazla ısıtıyorlardı.
Hevesimi, isteğimi kaybetmiştim uzun süredir, oturmak bile sıkıcı geliyordu, sadece yatıyor, günlerin geçmesini bekliyordum, günler "Bukowski"'nin dediği gibi "Tepeden aşağı hızla koşan atlar"'a dönüşmüştü benim için, saate baktım, uyumadan önce doldurmam gereken üç saatim vardı, üç koca saat ne yapılırdı ki, her akşam bu soruyu sormaktan bıkmıştım kendime, Laptop'ı aldım, google'a "Behzat Ç izle" yazıp, ilk bölümü buldum. Oynat dedim, arkama yaslandım...
Parkın ortasında bir araba, adamın biri kızını arıyor sürekli, bir de öksürüyor, bir sigara yakmak istedi öksürük sesine şartlanmış beynim, tam kalkarken, ekranda "Sakarya" belirdi, "Teras Bar"'ın terasından görüldüğü şekliyle, karşıda "ssk işhanı", dondum, ekranı dondurdum, içim cız etti, dolaba gittim, bitmesin diye içmeye kıyamadığım rakıdan bir duble doldurdum, ekranın başında bağdaş kurup, donuk Sakarya manzarasına karşı içmeye başladım, binlerce anı canlandı gözümde.
İçim cız etti, "Hosta"'da yenen o yaprak et dönerin yağının alevle buluştuğunda çıkardığı gibi bir ses çıktı,
gözümden bir damla yaş rakıma düştü, rakım ısındı, ben üşüdüm.
***
11 yıl oldu bırakalı gri Ankara'yı...
11 yıl oldu renklerin içindeki renksizliği gördüğüm tüm bu şehirlerden, renksizliğinde renkler keşfettiğim o şehri özlemeye başlayalı...
Özlüyorum; çocukluğumun, gençliğimin geçtiği o şehri özlüyorum, sonbaharda "Seğmenler"'de yürürken, yanımdan gelen çıtırtıları duyup, bunların sevgilimin kurumuş yapraklara basış sesleri olduğunu farkettiğim anı özlüyorum.
Ben ezilen yaprak seslerinin yalnız olmadığımı hatırlattığı o şehri özlüyorum...
Sakarya'nın yeraltı barlarına tüneyip arjantin içmeyi, o dandik müzik kutusundan cepteki bütün bozuk paralar ile "Led Zeppelin" çalmayı, yan masada oturan memur amcalarla kaynaşıp, memurların sorunlarını dinlemeyi, emekli amcaların keyif rakılarına eşlik eden teneke tabaktaki beyaz peynirin kesildiğinde akan beyaz suyunu, "Net Piknik"'i, "Tavukçu"'nun hamsi tavasını, "Otlangaç"'ın yedinmi bir hafta üstüne kokusu sinen sarımsak sosuna bulanmış yanık midye tavasını, "Limon"'un kahverengi bez tavanını, "Tenedos"'un o entellektüel muhabbetlere çerez olan aromalı çaylarını özlüyorum.
"Tunalı"'da yürümeyi, "Karum"'un önünde sevgili ile buluşmayı, internetsiz, bilgiye ulaşmanın zor olduğu zamanların "Karum ne demek la?" muhabbetlerini, "Kızılay - Gaziosmanpaşa" otobüsünü, "Kıtır"'ın o teneke tepsilerde taşınan yağı emmiş kalın kesim patates kızartmalarını, kokoreçini, minik balkonunda sevgili ile diz dize oturmayı özlüyorum.
Kış akşamüstleri dostlarla "Dost Kitabevi"'nin önünde buluşmayı, beklenen geciktimi kitap bakmaya içeri girmeyi, dışarıda suratınıza düşen karların Dost'un sıcaklığıyla eriyerek burnunuzun ucundan damlamasını, tam da bir kitaba konsantre olmuşken sırtınıza dokunan o eli...
"Konur"'daki seyyar satıcılardan posterler alıp, "Mülkiyeliler"'e sığınarak sıcak şarap içmeyi, sıcak şarabın verdiği mayhoşlukla ülkeyi kurtarmayı, oradan çıkıp "Saklıkent"'te bir konsere yürümeyi, herkesin tanıdık olmasını, kimseyle sözleşmeden dışarı çıkıp, "Tunus" boyunca, masalara tünemiş arkadaşlarla selamlaşıp, hepsiyle birer bira içerek geceyi bitirdiğin o akşamları özlüyorum.
"Kurtuluş"'taki, "Yüzüncüyıl"'daki öğrenci evlerini, tüm ekmek tavuk döneri, sabaha kadar "King" oynanan geceleri, "Köroğlu"'ndan "Atakule"'ye yürüyemeyi, parasızlığı, "Mithatpaşa Caddesi"'ni, ve her seferinde "Burası neden diğer kitapçılara uzak yahu", dediğimiz "Arkadaş Kitabevi"'ni, metroyu, şekilsiz üst geçitlerini, şekilli tüp geçitlerini hepsini çok özlüyorum.
Ah be Ankara, seni çok çok özlüyorum.
Hani seni görmek ister demiş ya her düşen dara.
İşte ben de burada, hiç bir isteğim kalmamış bir halde, seni görmek istiyorum.
Artık "Vakko" kalmamış ama bir gün yine eski günlerdeki gibi saat ikide Vakko'nun önünde buluşalım mı?
***
Rakım bitince, yenisini doldurmak için kalktım, tüm Ankara mahalle mahalle gözümün önünden geçmişti, gerçi hatırlamak istemediğim son bir yer kalmıştı. dolabın başında rakımı doldururken orayı düşündüm, hatırlamamak için artık çok geçti.
"Kuğulu Park"'ı hatırladım, dondum, tüylerim diken diken oldu, kendime battım. rakı'ya sordum:
"Kuğular gidince kışın hüzünlenirdim ben, peki o kuğular hüzünlenmiş midir acaba ben 11 kış önce göçerken?"
Rakı sustu, ben sustum, kuğular zaten hep sessizdi.