20 Temmuz 2014 Pazar

GELMEYEN PAZARTESİLER : Yurt Dışı




İlk gidişinizde çok heyecanlısınızdır. Her şey ayarlanmıştır, herkes sizinle gurur duyar. Ağlarsa yalan ağlamayan annenizin bile gözyaşlarının ardında bir mutluluk vardır ki ilk iki üç ay mükemmel geçer, arkadaşlara uzun uzun e-posta'lar atılır; içkiler, partiler, alkolik Meksikalı arkadaşlarla yaptığınız çılgınlıklar anlatılır. Sevgili teselli edilir ama onunla beraber üzünülmez. Bir büyüyü yaşıyorsunuzdur. Her şey çok farklı çok yenidir. Hollandalı ve Fransız kızların aksanlarına bayılır, hepsine tek tek aşık olursunuz. Sevgilinizi teselli etmeye devam edersiniz. O ilk üç ay orada Türkiye'de yaptıklarınızla, yaşanmışlıklarınızla var olur, anılarınızı anlatarak geçmişi ufak ufak erittiğinizi fark etmezsiniz. 

Sonra birdenbire bir üşüme gelir durduramazsınız. İçten gelen bir ürpertidir, ne yaparsanız yapın içinizdeki o buz parçası büyür büyür. Derken kendinizi aynanın karşısında kendinize bakarken bulursunuz. "Ben kimim?" soruları başlar. Türkiye'de ki tüm yaşantınız gitmiş, herkes hayatına devam etmiş, boşluğunuz doldurulmuş, Türkiye'de kendinize kattığınız, eklediğiniz her şey ufak ufak silinmeye başlamıştır. Buralarda artık yeni değildir. Rutine geri dönmüş hem de rutinin en güzeli olan aile, dost, sevgili kavramlarından yoksun kalmışsınızdır. "Acaba ben mi gereksiz bunalım yapıyorum" dersiniz, "ne de olsa genlerde arabesk var" ama bir bakarsınız ki etrafınızdaki bütün yabancı öğrenciler de aynıdır. Herkes şikayet etmeye başlamıştır. Şu yüksek lisans bitsin beklentisi başlamıştır. 

Arkadaşları ararsınız, sevgiliyi ararsınız, aileyi ararsınız. Telefonda teselli değil, sitem belirir. Bilirsiniz, artık "Geleceğe Dönüş" filmindeki gibi Türkiye'deki fotoğraflardan yok olmaya başlamışsınızdır. Kendinizi alkole verirsiniz, ısınmak istersiniz. Sevgi ararsınız en çok. İlgi. Belki de biraz şımartılmak. Uyandığınızda annenizin odaya girip kahvaltıda ne istediğinizi sormasını istersiniz. Birlikte olduğunuz kızlarla ayık yatmak, çay demleyip oturup muhabbet etmek istersiniz. Arkadaşlarınızın "King" bilmesini istersiniz. Şimdi anlamışsınızdır yurt dışında öğrenciliğin neden hep partilerle ve alkolle geçtiğini. Çünkü yalnızsınızdır, çünkü etrafınızdaki kısa suredir tanıdığınız insanlarla dost ve sevgili olmanız gerekir. İçki sırf sıcaklık ve yakın hissetmek içindir. Yüksek lisans bitsin diye gün saymaya başlarsınız. 

Bir gün derste tüm sınıfın bu tarz yorumları üstüne profesörünüz "Biz sizi global mühendisler olarak yetiştiriyoruz, bu tarz bir hayata alışmaya çalışın, ileride de bu şartlar altında çalışacaksınız" der. Ciddiye almazsınız. "Git çay koy" dersiniz profesöre "Demli olsun, yanına da Ezine peyniri." 

Gel zaman git zaman iki sene dolar, dönersiniz ülkeye bin bir heyecan. "Bavulumu yakacağım, uçağa da bir daha binmem" dersiniz. Askerlik, iş bulma aşamaları, hep mutlu güzel geçer. Güzel bir işe girer, kutu gibi bir ev yapar kendinize, mutfakta çayı demli tutar, buzdolabını Ezine peyniri ile doldurursunuz. Derken profesör haklı çıkar. Şirketiniz sizi yurt dışı konusunda sıkıştırmaya başlar. Tam da evi kurmuş, sıcak bir sevgili sahibi olmuşsunuzdur, ama hayır denmez; 

gidilir, gelinir,gidilir,gelinir,gidilir,gelinir... 

Böyle sürer gider. 

Yurt dışı;

Buzdolabında bozulmuş Ezine peyniridir,
demlikte çürümüş çay yapraklarıdır,
tozlanan ev, yıpranan bağlardır,
son kullanma tarihi geçendir,
hayati ertelemektir,
soğuktur, üşümektir,
yarım kalandır, 
yanlızlıktır.

En acısı,

fotoğraflarda ölmek ama fotoğraflarla yaşamaktır.


1 yorum:

  1. Tesadüfen okudum bu yazdığınızı. Yurtdışında 1,5 yılı öğrenci olarak geçirmiş ve bulduğum kalıcı bir işle bir ay içerisinde Türkiye'den tamamen taşınacak biri olarak söylediklerinize katılıyorum. Fakat kısmen. Neden mi?

    Ben insanın gittiği her yere uyum sağlayabilen bir varlık olduğunu düşünüyorum. Memur çocuğu olarak çocukluğum dört farklı şehirde geçti. Tam alıştım, artık benim de arkadaşlarım var derken geldi o bitmek bilmeyen tayin kağıtları. Uzağa, hep daha da uzağa taşıdı beni. Ama bir süre sonra fark ettim ki daha iyi uyum sağlıyor, memleketim olan Malatya'ya özgü olduğunu düşündüğüm "aidiyet duygusunu" farkı yerlere de benimle beraber taşıyabiliyordum. Ailem sayesinde kazanmış olduğum bu edinimin, sosyal yeteneklerime de yansıdığını anlamıştım. Kolay bir şekilde arkadaş edinip, bu bağları güçlendirebiliyordum.

    Ancak bunun ekmeğini yurtdışında yiyeceğimden haberim yoktu. Gittiğim ülkeyi ve şehri çok çabuk benimsedim, sıkı dostlar olmasa da hoş denebilecek arkadaşlar edindim. Tabii ki ilk zamanlar parti ve alkol ikilisi arasında geçse de bir noktadan sonra herkes bundan kendini çekiyordu. Geriye kalan oradaki aynı dili konuştuklarınız ve farklı ana dile sahip olsalar da aynı duyguları paylaştıklarınızdı.

    Sürecin sonlarına doğru fark etiim ki aslında Türkiye değil, üç beş kişiydi özlediğim. Ama asıl özlediğimin ana dilimde konuşmak olduğunu fark etmem biraz zaman almıştı. Samimi sohbetleri, "goygoy" yapmayı, aynı kültürden olduğum kimselerle hunharca konuşmayı özlüyordum. Bozulan Türkçe'min iyi bir şey olduğunu zannederken aslında kaybettiğimin bir değer olduğunu kavrayamamıştım başlarda.

    Bunların hepsine zamanla bir çözüm bulurken söylediğinizi, yani Türkiye'deki hayatlardan ufak ufak silindiğimi ve artık oraya ait olmadığımı hissetmeye başlamıştım. Fakat bu bir eksi miydi benim için? Vazgeçilmez olan bir olgu muydu? Yürekten cevap veriyorum: Hayır değildi. Gelişmiş olan sosyal uyumluluğum ve algım sayesinde hepsini aşıyordum ama ana dilimde konuşma hasretini, ve özlenen "üç beş" kişiyi bir türlü gittiğim yere sığdıramıyordum, olmuyordu. Zamandan silinen anılar gibi elimden bir şey gelmiyordu.

    Sürecin bitmesini ve geriye dönmeyi istediğim zamanlar gelmişti artık ve dileğim kabul olmuştu; artık geri dönüyordum. Döndüğüm zaman, üç beş kişinin ve Türkçe'nin beni kucaklamasından sonra ait olduğum yerin burası veya orası değil, huzurlu yaşadığım ve kendimi rahat hissettiğim yer olduğunu idrak etmiştim. Bir şekilde bu fikir beni yurtdışında iş aramaya itecek, mülakatlarla başlayan süreç sonra erecek ve ben "hayal ettiğim" işe girecektim. Yalnızlığımı çözecek, gittiğim ülkelerde bir şekilde yerel halka karışabilecektim. Bahsettiğiniz sıkıntıların üstünden gelmek mümkün olabilecek, ama o üç beş kişi ve Türkçe'nin omuriliğimize yer etmiş samimiyeti olmayacaktı. Zaman hepsini gösterecekti ama ben bu maceraya hazırdım.

    Tanrı bizi yalnızlıktan korusun. Saygılarımla.

    YanıtlaSil